Tuesday, October 20, 2009

hafifledim...

İşte açılım buna denir!
Ümit Şahin, Yeşil Gazete

Biraz önce Silopi’den Türkiye’ye giriş yapan bütün PKK’lilerin serbest bırakıldığı haberi geldi. Bu harika bir haber… İşte açılım diye buna denir!

Bu olayın neden bu kadar büyütüldüğü, gelenlerin örgüt üyesi oldukları belli olduğu halde nasıl serbest bırakıldıkları, devletin nasıl olup da örgüte propoganda imkanı sağladığı, bugün bu militanları bırakan devletin yarın kimbilir kimleri serbest bırakacağı gibi yorumlar uçuşup duruyor etrafta.

Bu son olay kamuoyunun barışa devletten daha hazırlıksız olduğunu ortaya koyan ilginç bir örnek oluşturdu. Medya, yorumcular ve sokaktaki insan (en azından büyük bir bölümü diyelim) olup bitene bir anlam veremiyor. Ezberler fena halde bozuldu. Bugün MGK’den süreci destekleyen bir bildiri çıkınca ezberleri iyice bozulacak insanların, ama sonra devletin bu yeni duruşuna alışacaklar.

Bu noktada söylenmesi gereken şey, bugün yaşanan olayın neden bu kadar önemli olduğu. Bunu anlayabilirsek arkası daha hızlı gelebilir.

Kürt sorununun 30 yıllık haline dönüp bir bakın. Kürt hareketine teslim olmakla savaşmak dışında bir seçenek bırakılmıyordu. Üstelik her şey bir karşılıklı dezenformasyon ve propoganda bulutunun ardında yaşanıyordu. Bugüne dek olup biten bütün görüşmeler, daha önce sürece tanık olmuş gazetecilerin aktardığı gibi, bugünkünden farklı olarak tamamen kapalı kapılar arkasında oldu.

Devlet önceden de PKK ile görüştü, önceden de pazarlık yaptı, ateşkesler ve benzeri gelişmeler rastgele yaşanmadı. Ama bütün bu pazarlık süreci hep kamuoyuna yanlış bilgiler verilerek ve her an her şey yalanlanabilir bir şekilde yapıldı. Nitekim bütün bu girişimler hep bir yerlerden sabote edildi.

Şu anda olanlar ise herkesin gözünün önünde yaşanıyor. Yani bütün taraflar bundan sonra olabilecek aksi bir durumda kamuoylarına hesap vermek durumunda kalacak ve yalan söyleyemeyecekler.

Çünkü devlet bir grup PKK militanının özel bir proje kapsamında ve örgüt liderinin talimatı doğrultusunda “silahları bırakıp” gelmesine tüm gözler kendilerine dönükken “evet” dedi. Üstelik bir grup bağımsız gözlemcinin de tanıklığında saatlerce süren bir sorgu süreciyle bu kişilerle “masaya oturdu”. Herşey kameraların ve kamuoyunun “rahatsız nazarlarının” altında gerçekleşti. Devlet önceden sadece ölü ele geçirebildiği veya işkence ederken diyalog kurduğu insanları bu kez suçunu itiraf ettirmek için değil barış adına “sorguladı”.

PKK militanları da kendi yurttaşı oldukları ülkenin devlet görevlileriyle ilk kez savaşmak veya teslim olmak dışında bir seçenekle, barış hakkında konuşmak için ve silahlarını kendi istekleriyle bırakarak karşı karşıya geldiler. Pazarlıklar oldu, geri adımlar, ileri adımlar, gerilimler yaşandı, ama en sonunda 30 yıldır hayal edilemeyen bir durum ortaya çıktı.

Dolayısıyla bugün hem Kürt sorunu, hem Türkiye devletinin gelenekleri, hem de Kürt hareketinin alışkanlıkları açısından yeni bir gündür.

Yani kim ne derse desin, bu büyük bir adımdır. Şimdi bize düşen, bu tür somut adımların arkasını getirecek her kim olursa olsun, arkasında olmaktır.

Komplo teorileriyle oyalanmadan, ideolojik ezberlerimizi tekrarlamadan, işin arkasında dış güç aramaca oyunuyla kendimizi tatmin etmeden, bunu yapan iktidar bizden değil, o zaman muhalefet etmeliyiz deyip kendi zekamıza hakaret etmeden, şiddeti reddetmeyen ve asker üniformasıyla gelen bir grubun yapabileceği propagandadan hiç mi hiç rahatsız olmadan, barış için atılan her adımı kayıtsız koşulsuz desteklemeliyiz.

Şimdi sıra Kürtçe’nin önündeki bütün engellerin kaldırılmasında… Siz bir de yer isimlerini geri verin, Kürtçe eğitime başlayın, belediyelerde Kürtçe hizmetin önünü açın, bakın arkası nasıl çorap söküğü gibi gelecek.

Çok uçuyorsun demeyin lütfen. Bu ülkede iyimser bir yazı yazmak, hele ki bu iyimserliğin bir tarafında muhafazakarlığın ve militarizmin felç ettiği Türkiye devleti varsa, hiç alıştığımız bir şey değil.

Gelin bugünün keyfini çıkaralım…

Friday, October 16, 2009

Aptallık Çağı Fragman from Greenpeace Akdeniz on Vimeo.




Franny Armstrong'un yönettiği, Pete Postletwalte'ın başrolünü oynadığı Aptallık Çağı (Age of Stupid), 2055 yılında yaşayan bir adamın kendi ağzından anlattığı hikayeyi konu alıyor. Fırsatımız varken iklim değişimini neden durdurmadığımızı sorgulayan film, dünyanın yardım çığlıklarını duymazdan gelen insanların yaşadığı bir çağı ve sonunda pişmanlığı gözler önüne seriyor.

16 Ekim’den itibaren İSTANBUL Beşiktaş Kültür Merkezi'nde

24 Ekim’de ANKARA Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde

Thursday, October 15, 2009

Blog Action Day 2009: Towards Copenhagen Summit

The Greens of Turkey started the campaign.

Turkiye Yesilleri kampanya baslatti.

Yeşiller, iklim değişikliği eylem planını açıklıyor… KopEnhag için, harekete geçin diyerek iklim değişikliği kampanyasını başlatıyor…

Yer: Taksim Gezi Parkı merdivenleri

17 Ekim Cumartesi, Saat 12:30



Wednesday, October 14, 2009

FOURTEEN CHARACTERISTICS OF FASCISM (compare it with Turkey!)

Dr. Lawrence Britt, a political scientist, wrote an article about fascism which appeared in Free Inquiry magazine, a journal of humanist thought. Dr. Britt studied the fascist regimes of Hitler (Germany), Mussolini (Italy), Franco (Spain), Suharto (Indonesia), and Pinochet (Chile). He found the regimes all had 14 things in common, and he calls these the identifying characteristics of fascism. The article is titled "Fascism Anyone?," and appears in Free Inquiry’s Spring 2003 issue on page 20.

The 14 characteristics are:

1.. Powerful and Continuing Nationalism – Fascist regimes tend to make constant use of patriotic mottos, slogans, symbols, songs, and other paraphernalia. Flags are seen everywhere, as are flag symbols on clothing and in public displays.

2.. Disdain for the Recognition of Human Rights – Because of fear of enemies and the need for security, the people in fascist regimes are persuaded that human rights can be ignored in certain cases because of "need." The people tend to ‘look the other way’ of even approve of torture, summary executions, assassinations, long incarcerations of prisoners, etc.

3.. Identification of Enemies/Scapegoats as a Unifying Cause – The people are rallied into a unifying patriotic frenzy over the need to eliminate a perceived common threat or foe; racial, ethnic or religious minorities; liberals; communists; socialists; terrorists, etc.

4.. Supremacy of the Military – Even when there are widespread domestic problems, the military is given a disproportionate amount of government funding, and the domestic agenda is neglected. Soldiers and military service are glamorized.

5.. Rampant Sexism – The government if fascist nations tend to be almost exclusively male-dominated. Under fascist regimes, traditional gender roles are made more rigid. Opposition to abortion is high, as is homophobia and anti-gay legislation and national policy.

6.. Controlled Mass Media – Sometimes the media is directly controlled by the government, but in other cases, the media is indirectly controlled by government regulation, or through sympathetic media spokespeople and executives. Censorship, especially in wartime, is very common.

7.. Obsession with National Security – Fear is used as a motivation tool by the government over the masses.

8.. Religion and Government are Intertwined – Governments in fascist nations tend to use the most common religion in the nation as a tool to manipulate public opinion. Religious rhetoric and terminology is common from government leaders, even when the major tenets of the religion are diametrically opposed to the government’s policies or actions.

9.. Corporate Power is Protected – The industrial and business aristocracy of a fascist nation often are the ones who put the government leaders in power, creating a mutually beneficial business/government relationship and power elite.

10.. Labor Power is Suppressed – Because the organizing power of labor is the only real threat to a fascist government, labor unions are either eliminated entirely or are severely suppressed.

11.. Disdain for Intellectuals and the Arts – Fascist nations tend to promote and tolerate open hostility to higher education, and academia. It is not uncommon for professors and other academics to be censored or even arrested. Free expression in the arts is openly attacked, and governments often refuse to fund the arts.

12.. Obsession with Crime and Punishment – Under fascist regimes, the police are given almost limitless power to enforce laws. The people are often willing to overlook police abuses, and even forego civil liberties, in the name of patriotism. There is often a national police force with virtually unlimited power in fascist nations.

13.. Rampant Cronyism and Corruption – Fascist regimes almost always are governed by groups of friends and associates who appoint each other to government positions, and who use governmental power and authority to protect their friends from accountability.

14.. Fraudulent Elections – Sometimes elections in fascist nations are a complete sham. Other times elections are manipulated by smear campaigns against (or even the assassination of) the opposition candidates, the use of legislation to control voting numbers or political district boundaries, and the manipulation of the media. Fascist nations also typically use their judiciaries to manipulate or control elections.

Tuesday, October 13, 2009

Elinor Ostrom breaks the Nobel mould

The economics profession needs to be shaken up. Ostrom's Nobel prize should encourage us to take a fresh approach
Kevin Gallagher,guardian.co.uk,
13 October 2009


The economics profession is in such disarray that one of the Nobel prizes in economics this year went to political scientist Elinor Ostrom – the first woman to be awarded the economics prize. This is an excellent choice (in any year) not only because of what Ostrom has contributed to social theory but also because of how she goes about her work.

In a nutshell, Ostrom won the Nobel prize for showing that privatising natural resources is not the route to halting environmental degradation.

In most economics classes the environment is usually taught as being the victim of the "tragedy of the commons". If one assumes, like many economists do, that individuals are ruthlessly selfish individuals, and you put those individuals onto a commonly owned resource, the resource will eventually be destroyed. The solution: privatise the commons. Everyone will have ownership of small parcels and treat that parcel better than when they shared it.

Many environmental experts also reject the tragedy of the commons argument and say the government should step in.

Ostrom says the government may not be the best allocator of public resources either. Often governments are seen as illegitimate, or their rules cannot be enforced. Indeed, Ostrom's life work looking at forests, lakes, groundwater basins and fisheries shows that the commons can be an opportunity for communities themselves to manage a resource.

In her classic work Governing the Commons: The Evolution of Institutions for Collective Action, Ostrom shows that under certain conditions, when communities are given the right to self-organise they can democratically govern themselves to preserve the environment.

At the policy level, Ostrom's findings give credence to the many indigenous and peasant movements across the developing world where people are trying to govern the land they have managed for centuries but run into conflict with governments and global corporations.
Some economists on the frontier of their discipline have started to use Ostrom's insights in their work, [... and found] that communities should be paid for their services, since they can sometimes do a far better job than government or corporations at managing resources. Indeed, "payment for environmental services" has become a buzzword in development circles. Now even the World Bank has a fund for PES schemes across the world. [...]

Sunday, October 11, 2009

Anne ben Nikesist oldum

Taraf 10.10.2009
Kişisellik nasıl haberleştirilir, haber nasıl kişiselleştirilir. Çakma Nike, çakma eylem, çakma gazetecilik...

Birinci tekil şahıs kullanarak haber yapmak...
Başıma ne geldiyse annemin sözünü dinlemediğim için geldi. Başıma gelenlerin en acımasız olanı onun tahta topuklu siyah terliğidir.

Biz yeni kuşak, pabuç fırlatmakta anneler kadar mahir değiliz. Anneler o terlikleri senelerce nasıl isabet ettirdiler. Güdümlü füze gibiydi, koridoru döner ensene yapışırdı.
Haftalardır imzalı haber çıkarmıyordum. Annemi, kendimi ve ülkemi düşündüm (Elveda Lenin). Ben de bir editörüm, ben de açıköğretim öğrencisiyim, ben de 20’li yaşlardayım, benim BirGün editöründen neyim eksikti ki?

Çakma Nike: Anti kapitalizm sembolü

Bir odaya kapandım. Selçuk Özbek’in videolarını seyrettim. Bir hafta terasta atış talimi yaptım. Annemin tekniğiyle BirGün editörünün tekniğini birleştirdim. Bütün konsantrasyonu topladım ve ayakkabı fırlatarak haber yapabileceğime kanaat getirdim.

Geçmişe bir çizgi çekmek lazımdı: s(Nike... Ait olduğum bütün gruplarla vedalaşmam lazımdı. Yeşiller Partisi eş sözcüsü Bilge Contepe’yi aradım. İstifa etmek istediğimi söyledim.
Bilge Hanım; Çiçekle böcekle parti mi olur, sizin dünyayı değiştireceğiniz falan yok, alacan ayakkabıyı çatırt diye dayıyacan IMF başkanının alnına, eylem budur!

Bilge hanım beni dinledi. Sonra soyu tükenmekte olan kutup ayılarını anlattı. Sonra soyu tükenmekte olan kutup ayılarını anlattı. Sonra yine... Sonra yine...

Göz kapaklarım ağırlaştı. Kendimi çölde hissettim. Aklıma bahtsız bedevi geldi.
Laf aylardır ödemediğim aidatlara gelince konuşmayı bitirmek gereken ânı keşfettim ve telefonu kapattım. Sonra Genç Siviller’den Turgay Oğur’u aradım.

Alo, Turgay? Herhangi bir şeyin başkanına Converse fırlattığını gördük mü? Yemeyin beni kardeşim. Sorosçusunuz siz.

Turgay ‘Converse bizim hiçbir eylemimize katılmadı. Fena halde ulusalcı olduklarından şüpheleniyorum’ gibi çarpıcı bir iddiayla beni durdurdu. ‘Converse Milliyetçiliği’ gibisinden bir kavram ortaya attı. Liberalize edilerek, yumuşatılmaya çalışıldığımı hissettim. Turgay’ın peşpeşe salladığı ikna darbelerinden nevrim dönünce konuşmayı bitirmek gereken ânı keşfettim ve telefonu kapattım.
Aksaray’a gidip çakma Nike satan dükkanları dolaştım. Nike satışlarında bir artış olmamış. Zaten bu halk bizi anlamıyor.

Aksaray’da ‘Settar’ diye çakma Nike satan bir adam var. Burada aradığım ‘çakma suç aletine’ rastladım. Settar, ‘25 lira ama sana 20 olur’ dedi. 20 olmaz dedim. Bu ayakkabı çakma Nike. Anti kapitalizm sembolü. Meta haline getiremezsin. Pazarlık konusu yapamazsın. 25 lirayı çıkarıp masasına bıraktım. Üçün beşin hesabını yaparak eylemimi kirletmek istemedim. Settar, sosyal içerikli bir film karesi gibi yüzüme baktı. Çav bella, diyerek yanından uzaklaştım.

Lenin, Castro, Maradona ve Özbek

“Ben gazeteciyim. Bir maniniz yoksa salonunuza gireceğim, ayakkabı fırlatmak istiyorum” diyemezdim. Her şeyi illegal yollardan yapmam lazımdı. Bilgi Üniversitesi öğrencisi olan Alaz Kuseyri adlı arkadaşımı ayarladım. Alaz’a eylem planını anlattım. Sükûnetle dinledi. Sonra Alaz’ın dudaklarından iki kelime döküldü: Yusuf, Yusuf... Bir devrimcinin insanları ikna etmek için kullanması gereken en can alıcı cümleyi söyledim: Her şeyi biliyorsun, artık sen de bu işin içindesin. Bir ara güvenlikle göz göze gelince ‘ulan acaba’mı diye içinden geçiriyorsun. İtalyan işçi sınıfı marşını mırıldandık, birbirimize cesaret verdik, içeri girdik.

Bilgi Üniversitesi acayip bir yer. Erotik içerikli 900’lü hatlardan kazanılan paralarla kurulmuş. Girişte döşemelerin bolşevik kızılına boyalı olduğunu fark ediyorsun. Salona çıkan kırmızı parke kaplı koridorlarında yürürken hezeyanlı bir politizme gark oluyorsun. Gözümün önünden Lenin, Bolivar, Castro ve Maradona’nın geçtiğini gördüm. Bir kapıda Stalin, bir kapıda Troçki duruyordu (lan, yine mi İstanbul’dasın). İki çift ayakkabı ve tarihsel bilinç taşıyarak salona varmıştık.

Baklava desenli çorap ve eylem

Ayakkabı fırlatmak istiyorsan bilmen gereken şeyler var. Belini 15 derece sola çevirerek ve çeyrek daire çizerek fırlatman gerekiyor. Dizleri bükmeyeceksin. Derin nefes alarak. Biiir, iki...
Açıkçası BirGün editörünün bu kadar yakın mesafeden o ayakkabıyı isabet ettirememesini anlayamadım. Benim tezim, ayakkabıyı sıkı tutamadı ve elinden kaydığı için istediği atışı yapamadı. Nitekim ilk denememde belirlediğim noktanın da uzağına salladım ayakkabıyı. Arkadaki panoya çarptı.

Çoraplara dikkat etmek lazım. Ben baklava desenli çorapla bayağı zorlandım. Bir kere o çorabı kimsenin görmemesi için ortamdan uzaklaşmak istiyorsun. Ayrıca diğer tekini fırlatmayınca koşmak da zor oluyor.

BirGün editörünün oturduğu koltukla sahne arasında 12 metre uzaklık var. Ayakkabı IMF Başkanı’nın bulunduğu noktaya 1.5 saniyede ulaşıyor. (Hepsini araştırdım). İdeal bir ayakkabı fırlatma eyleminin hızını “Hız eşittir yol bölü zaman” formülüne göre hesapladığımızda ayakkabının hızını 28.8 km/sa olarak tesbit ediyoruz.

Her yönüyle incelediğim bu eylemde, bir ayakkabı fırlatma eylemcisinin psikolojisine ilişkin söylemem gereken şeyler var: İllegalite iştah açıcıdır, böyle bir sofra dururken gazetecilik yapmaya gerek yoktur. Öte yandan...

Biliyorum IMF cici bir şey değil. Dünya, Lidya’nın ahına teslim olmasaydı keşke. Fikir de güzeldi, amenna. Ne var ki, çoğunluğu sarmadı bu eylem. Köşe yazarları üstünü çizdi. Sokak çoktan unuttu gitti. Daha ‘bizden’ eylemler bekleyenler oldu. Ne diyordu Ecevit’e yazar kasa fırlatan protestocu esnaf: “Sayın başbakanım! Al! Ben bir esnafım, ben bir esnafım!” Ayakkabı protestocusu da böyle ‘bizden’ bir eylem yapsaydı. Donunu çıkarıp fırlatsaydı. Donumuza kadar soydunuz bizi deseydi. Daha yerel bir şeyler kullansaydı. Sümerbank ayakkabı, Olivetti kasa, Anayasa kitapçığı...
Fikir iyi gibiydi, ama sonuçta görünüyor ki, bu ayakkabı eylemi pek de isabetli olmadı.
Eylemi bitirmek gereken ânı keşfettim ve haberi kapattım.

Not: Turgay Oğur’a ve Bilge Contepe’ye engin hoşgörüleri için teşekkür ederim.